20 Ocak 96 günü, kurtarma ekibi vardığında Selçuk Olcay yerde yatıyordu. Rahat etmesi için başının altına küçük sırt çantası yerleştirilmişti. Emrah Çelebi ise arkadaşını 500 metre kadar karda sürüklemiş, sonra da biraz dinlenecekmiş gibi yanına oturup kalmıştı. Büyük olasılıkla her ikisi de üç gün önce Hypotermia'dan ölmüşlerdi... İki gencin, yüzlerce kişinin yürüyüş yaptığı Çınarcık Gemlik rotasının yakınlarında bir yerlerde öldükleri haberi geldiğinde, neler hissettiğimizi çok iyi hatırlıyorum... Üzülmüştük, hem de çok üzülmüştük. Ama işin garibi, aynı zamanda çok da kızmıştık. Başımızı, "Çık!" "Çık!" sesleri arasında iki yana sallıyor, İki genç arkadaşı ölüme götüren nedenleri birbiri ardına sayıyorduk. Onları o kadar hatalı buluyorduk ki...
95 yılının yazında Tayfun Tercan'ı da Kaçkarlar'da kaybettiğimizde, kendimi ve çevremdekileri benzer bir anlayışta bulmuştum. Sevgili Tayfun biraz daha formda olsa kesinlikle o kadar basit bir yerde yitip gitmezdi. Çok iyi hatırlıyordum bu ruh halini.
Daha önceki yıllarda, Recep Çatak Ağrı'da, kayaya başını çarptığı anda kaskı yoktu. ( Çık! Çık!); Mümtaz Çankaya Demirkazık'da bariz bir çığ rotasına girmişti ( Çık! Çık!);
Prof. Mecit Doğru'nun elinde baton değil de normal kazma olsaydı ( Çık!Çık!) şimdi aramızdaydı.
Bu bilgileri ikinci ya da üçüncü elden duyuyor, yorumlarımızı ona göre yapıyorduk. Duyduklarımızla, kaza anının gerçekleri birbirlerine ne kadar yakındı, bilemiyorduk. Ama bunu fazla önemi yoktu, çünkü dağda olan her kaza, eninde sonunda birilerinin insani bir hatasından kaynaklanabiliyordu. Bu nedenle, dağda yitirdiğimiz dostlarımızın, hep bir hatalar zinciri sonucu öldüklerine inanıyorduk... Bizlere de çocukluğumuzdan beri, hatalara kızılacağı öğretilmişti. Demek ki ölenlere kızmamız çok normaldi.
Bu satırları yazmadan bir hafta önce, Antalya'da yapacağımız bir tırmanışa, henüz üniversitede okuyan genç bir arkadaşımız da katılmaya karar vermişti. Çevresinde ataklığıyla tanınan gencin bizimle dağa gideceği öğrenildiğinde, herkesin rahat bir nefes alıp, "Haldun varsa, bir risk almadan dönersiniz" türünden bir söz söylendiği kulağımıza çalındı. Doğru ya da yanlış, bu sözleri duyduğumda fazla canım sıkılmadı. Hatta bir parça gururlandım bile. Güvenliğe bu kadar meraklı olarak bilinmek hoşuma gidebilirdi. Gerçekten de, Antalya da, girdiğimiz rotanın bizi aştığı ilk noktada geri döndük. Çok fazla sorun da etmedik...
Geçmiş yıllarda yaptığımız bir Demirkazık çıkışı aklıma geldi. Doğu duvarının güney yüzüyle kesiştiği, klasik rotadan iniyorduk. Hemen iki metre yanımızda açılan Doğu duvarının boşluğu baş döndürüyordu. Aslında kolay olan eğimi ayakta inemeyeceğimi hissedince, dizlerimi kırıp, oturur duruma geçmek istemiştim. Arkadan gelen İskender Erbil'in çok yakınımda olduğunu fark edememişim. Bir an kalçamın İskender'in dizine değdiğini ve dengemin bozulup doğuya doğru sendelediğimi fark ettim. Hemen arkasından da İskender enseme yapışıp, beni yerime oturttu. Her şey bir an içinde olup bitmişti. İskender'e dönüp bakmış, karşılıklı gülümsemiştik... Eğer en kötüsü başıma gelseydi, arkamdan herhalde, "Herkesin koşarak indiği rotayı beceremedi, uçtu gitti enayi." Diyeceklerdi... Geçen hafta genç dostumuzun çevresindekiler "Haldun'la" dağa gitmenin çok güvenli olduğunu düşünseler de, dağdaki tehlikelerin bu ünümden haberdar olduklarını hiç sanmıyordum.
Emektar Honda'mla Antalya'ya varır varmaz, yol arkadaşlarım evlerini aradılar. "Anne, merak etme, sağ salim Antalya'ya vardık." Türünden sözler ettiler. Yılda ortalama altı bin evladını yollarda yitiren bir ulusun, trafikte ölme kavramıyla barışmasının konuşmalarıydı bunlar. Kısacası, her yola çıkan ölüm riskini biliyor ve kabul ediyordu. Eğer böyle olmasa, vardığımızı bu kadar şiddetli bir şekilde haber verme ihtiyacı duymazdık. İşin ilginci, manyaklık derecesinden kötü araç kullanan pek çok kişi bile bu yüzden öldüklerinde suçlanmıyorlar, talihsiz ve kader kurbanı olarak anılıyorlardı. Çünkü artık trafikte ölmek toplumsal bilincimize yerleşmiş, hepimiz de bireysel bazda bu konuyla ilgili hesaplaşmamızı yapmıştık. Yoksa, giderek artan sayılarda insanın ehliyet ve araba almaya çalışması ancak toplumsal şizofreni ile açıklanabilirdi.
Tekrar Demirkazık'ta yaşadığım olaya dönüyorum. O anı yıllar sonra düşündüğümde, doğada insan hayatının pamuk ipliğine bağlı olduğunu anlamıştım. Ama sadece doğada değil, zaten pek çok yerde pamuk ipliğine bağlıydı. Evliliklierinin ilk gecelerinde şofbenden zehirlenip gencecik çiftler ölebiliyor, yanlış tedavi iyi olacak hastayı alıp götürüyor, lise önündeki bir aşk tartışması geride iki ceset bırakabiliyordu. Ama biz bu ölümlere ne kadar üzülsek de fazla şaşırmıyorduk.
Bütün bunları neden mi söylüyorum?.. Çok basit.. Hepimiz, tanıdığımız tanımadığımız insanları doğaya götürmek için elimizden geleni ardına koymuyoruz. Bu yazının basıldığı dergi ve onun benzerleri bile başlı başına bir olay. Gittikçe daha fazla insan doğada ve onun içinde yapılan sporlarda mutluluk arıyor. Pek çoğu da aradıkları kadarını, hatta bazen fazlasını bile buluyor. Bir zamanlar bu sporların içinde yapayalnız kalmış olan bizler de bundan büyük keyif duyuyoruz. Ama bu harika gelişmenin kaçınılmaz bir sonucu olarak, gittikçe daha fazla insanın doğada ve orda yapılacak sporlarda öleceğini biliyoruz. Sakın bu sözlerimden aptal bir kadercilik anlaşılmasın. Yapılması gereken her şey yapıldıktan sonrası için konuşuyorum. Yani, arama kurtarma faaliyetleri düzenli hale gelmiş, doğa sporu eğitimi yaygınlaşmış, haritalar ayrıntılı ve serbest olmuş. Tüm bunları sağlasak bile, önümüzdeki yıllarda, doğada ölenlerin sayısı artacak. Bu nedenle, doğada yaşanan risklerle bir an önce yüzleşip, hesaplaşmak zorundayız. Basit bir dağda en temel hataları yaparak ölen tecrübesiz bir gencin, en azından, bir şofben bile yakmayı bilmediği için zehirlenen vatandaşımız kadar saygıyı hak ettiğini kabul etmemiz gerekiyor.
Doğada sağlıkla yaşayabilmek için elimizden gelen her şeyi yapalım, ama ne olur, siz de oralarda ölenlere kızmayın...
Haldun AYDINGÜN - Aralık 1996 - OUTDOOR