21 Aralık 2008 Pazar günü Ankara Üniversitesi Kültür Gezginleri Grubu ile Konya Kültür Gezisi’ne katıldık. Gezi koordinatörümüz Aykut Hoca’nın deyimiyle yılın en kısa gününde Selçuklu Başkenti Konya’yı gezdik. Aykut Hoca’nın yanı sıra Hacettepe Üniversitesi’nden Fatih Hoca da bizimle birlikteydi ve verdiği değerli bilgilerle Konya’yı daha iyi tanımış olduk.
Gezimize Konya girişindeki Selçuklu kervansarayı Horozlu Han ile başladık. Eskiden yol kenarında olan Horozlu Han, şu an biraz içeride kalmış. Hana nasıl ulaşacağımızı gösteren tabelaların olmaması bizi biraz zorlasa da yolumuzu bulduk ve hana ulaştık. Horozlu Han, günümüzde lokanta olarak hizmet veriyor. Hanın içine girdiğimde anlatılanların etkisiyle olsa gerek eski zamanlara gittim; kendimi devesi bir yanda, kendisi diğer yanda dinlenen bir yolcu gibi hissettim.
Horozlu Han’dan ayrıldıktan sonra battı çıktılardan geçerek şehir merkezine gittik. Konya halkı alt geçitlere “battı çıktı” diyormuş. Çok doğru bir tanımlama; gerçekten önce batıyorsunuz, sonra çıkıyorsunuz. Şehir merkezinde Alaaddin Tepesi’nin eteklerinde Alaaddin Camii, önünde şu an sadece çok çok az bölümü ayakta olan Alaaddin Köşkü, karşısında Karatay Medresesi, az ilerde de İnce Minare var. Bu nedenle, eşim Aykut bulunduğumuz kavşağı yurtdışındaki şehirlerde gördüğümüz “Museum Quarter”lara benzetti, dört bir yanı müzelerle çevrili olan bölgelere(köşelere). Bu benzetme çok hoşumuza gitti.
Alaaddin Köşkü, Alaaddin Camii’ne gitmek için hafif yokuş tırmanırken sağ tarafımızda kalıyor. Görünürde içinde oturulabilecek tarzda bir köşk yok. Binanın çok küçük bir bölümü kalmış ve bu kalıntıyı korumak için üzerine dört ayaklı beton bir şemsiye yapılmış. Beton şemsiye ise bayağı yıpranmış durumda. Onu da koruma altına almak ya da yenilemek lazım, yoksa Alaaddin Köşkü’nün son bölümünü de bir şekilde zarar görebilir.
Köşkün yanından devam ederek Alaaddin Camii’ne ulaştık. Alaaddin Camii, Aykut Hoca’nın gezi programından öğrendiğime göre Anadolu’daki Selçuklu sanatının en güzel 5 camisinden biriymiş. Caminin içindeki mermer sütunlar dikkat çekici güzellikte. Ahşap minberi de öyle. Çini ve mermer süslemeli mihrabı orijinal değilmiş, onarım görmüş. Orijinali şu anki halinden daha güzelmiş. Caminin içinden avlusuna geçiliyor. Tepede olduğumuz için buradan Konya manzarası izlenebiliyor. Avluda sekiz Selçuklu sultanının yattığı “Selçuklu Sultanları Türbesi” ile kimin yattığı bilinmeyen bir türbe daha var. Türbelerin önündeki bölümde bir de su sarnıcı bulunuyor.
Alaaddin Camii’yi gezdikten sonra yürüyerek İnce Minare Medresesi’ne gittik. İnce Minare, şu an Taş ve Ahşap Eserler Müzesi olarak kullanılıyor. Minaresinin bir kısmı yıldırım çarptığı için yıkılmış. Küçük bir yapı ama hem binanın kendisi hem de içinde sergilenen eserler görülmeye değer. Girişin sağında yeralan, bizim en son gezdiğimiz bölümdeki ahşap kapıların her biri ayrı bir sanat eseri. Bakmaya doyamadık, buradan çıkıp gitmek çok zor oldu. Çıktığımızda yağmur atıştırmaya başlamıştı. Hızlı adımlarla Karatay Medresesi’ne geçtik.
Karatay Medresesi, ünlü Selçuklu veziri Celaleddin Karatay'ın medrese müzesi. Restorasyon sonrası ziyarete yeni açılmış. Restorasyon sonrası geldiğimiz ve içini görebildiğimiz için çok şanslıyız diye düşündüm. Bembeyaz duvarları ve sergilenen sanat şaheseri çinileriyle insana huzur veren bir yapı. Medresenin bölümlerinden birinde Celaleddin Karatay’ın türbesi var. Bu bölümün hemen yanında yeralan, zamanında öğrencilerin kaldığı bölümde Kubad-Abad Sarayı çinileri sergileniyor. Kubad-Abad Sarayı, Beyşehir Gölü kıyısında yeralan Selçuklu Sarayı’ymış. Çiniler, bu sarayın kazılarında çıkarılmış. Karatay Medresesi’nin kapısı Selçuklu Devri taş işçiliğinin en önemli örneklerinden biriymiş. Hem Karatay Medresesi’nde hem de İnce Minare Medresesi’nde astronomi eğitiminde gökyüzünü izlemek için kullanılan bir kubbe ve altında havuz mevcut.
|
Öğle yemeği için Mevlana Müzesi yakınlarındaki Şifa Restoran’a gittik. Ayran eşliğinde etli ekmek (kıymalı ve kuşbaşılı) yedik. Etli ekmeğin hamuru incecikti. Özellikle kıymalı olan çok lezzetliydi. Yemek sonrası Şifa Restoran’la Mevlana Müzesi arasında hediyelik eşya satan dükkanlardan meşhur Konya şekeri ve hurma şekeri aldık.
Yemekten sonra Mevlana Müzesi’ni gezdik. Burası Mevlana Celalettin Rumi’nin dergahı. Müzedeki ana binada başta Mevlana’nın babasının, kendisinin ve oğlu Sultan Veled’in olmak üzere diğer aile fertlerinin türbeleri yeralıyor. Bu binada sergilenen el yazması eserler de dikkat çekici. Diğer binalarda, dergahın yemekhanesi ve dervişlerin yaşadığı bölümler yeralıyor. Bu bölümlerde, günlük yaşam mankenlerle canlandırılmış olarak sergileniyor. Avluda bir şadırvan var. Şadırvanın ortasındaki mermer havuzun yekpare olduğunu öğreniyorum. Mevlana Müzesi’ni ikinci ziyaretim. Her geldiğimde yeniden görmüşcesine coşkuyla geziyorum. Özellikle türbelerin olduğu ana binaya girildiği andan itibaren duyulan ney sesinin de etkisiyle insanın içi huzurla doluyor.
Mevlana Müzesi’ni gezdikten sonra otobüslerimize binip Koyunoğlu Müzesi’ne gittik. Gezi programını görene dek böyle bir müzenin varolduğunu hiç bilmiyordum. Koyunoğlu Müzesi, Aykut Hoca’nın gezi programında belirttiği üzere; hiç evlenmeyip ömrünü tarihi eser toplamakla geçirip sonra bunları hemşehrilerine emanet ve hediye eden asil Ahmet Rasih İzzet Koyunoğlu'nun müzesi. Koyunoğlu’nun doğup büyüdüğü ev bu eserleri sergilemeye yetmediği için belediye tarafından evin yanına yeni bir müze binası yaptırılmış. Öncelikle yeni müze binasını gezdik. Sergilenen eserleri görünce çok şaşırdık. Her türden o kadar değerli eser var ki; arkeolojik kalıntılardan, doldurulmuş hayvanlara, doğal taşlardan, eski paralara, eski el yazmalarından Konya’nın eski resimlerine, yöresel elişleri ve kıyafetlerden el dokuması halılara daha sayamadığım pek çok eser. Koyunoğlu’nun arşiv merakına hayran olmamak mümkün değil. Bu eserleri halka emanet ve hediye etmesi de çok yüce bir davranış.
Daha sonra karanlık çökmesine rağmen Koyunoğlu’nun hemen yandaki evini de gezmek istedik. Burası “Koyunoğlu Konya Evi” olarak geçiyor ve Konya evi gibi döşenmiş. Ahşap bir bina olduğu için yukarı kata, sırayla sınırlı sayıda kişi çıktı. Yangın tehlikesine karşı binada elektrik yok. Bu nedenle, elimizde cep telefonlarının fenerleri ve fotoğraf makinalarının flash ışığıyla görebildiğimiz kadarıyla gezdik. Aslında pek bir şey göremedik. Görmeden sürpriz niyetine flaşla çektiğim fotoğraflara sonradan baktığımda bu fotoğrafları başkası çekmiş hissine kapılıyorum. Görmeden çektiklerimiz bizim fotoğrafımız olur mu? Konya’ya yolum düştüğünde bu evi gündüz gözüyle yeniden görmek ve gün ışığında fotoğraflarını çekmek isterim.
|
Koyunoğlu Müzesi’nden ayrıldıktan sonra Meram Bağları’na gittik. Meram Bağları diye hep duyardım ve adı bağ olunca bağlık bahçelik yerler olarak hayal ederdim. Belki eskiden öyleydi bilmiyorum ama şimdi buralar da şehirleşmiş. Gece görebildiği kadarıyla bahçelerde kocaman müstakil evler var. Burası Konya’nın seçkin semti olmuş.
Meram Bağları’nda Meram Çayı kenarına doğru yürüyoruz. Çayın etrafında çay bahçeleri ve lokantalar var. Yazın burası çok kalabalık oluyordur muhakkak. Burada grubumuz ikiye ayrıldı. Yorulan ve üşüyenler, bizim grup için rezervasyonu yapılmış olan bir kafeye oturdular. Gecenin karanlığına ve soğuğa aldırmadan merakı yorgunluğuna galip gelen grup olarak bizler Fatih Hoca’nın peşine düştük. Meram Çayı’nın üzerinde tarihi Meram Köprüsü yeralıyor. Bu köprüden karşıya geçtik. Köprüden geçer geçmez sol tarafta eski hamamı gördük. Eski hamam şu an lokanta olarak hizmet veriyor. İçine girmedik. Hamamın yanından sağ tarafa yönelerek kısa bir yürüyüşle daha doğrusu merdiven tırmanışıyla Tavus Baba Camisi’ne ve Tavus Baba(Tuzcu Baba) Türbesi’ne ulaştık. Türbenin etrafı, pencerelerin kenarı tuzla kaplı. İnsanlar dileklerinin gerçekleşmesi için buraya gelip dua ediyorlarmış, tuz alıp tuz bırakıyorlarmış. İlk duyduğumuzda pek algılayamamıştık ama gecenin karanlığına rağmen pencere kenarlarındaki tuzları farkedince çok şaşırdık. Sanki bize anlatılan masal gerçek olmuş gibi bir hisse kapıldım bu tuzları görünce. Ama tuzların bu şekilde ziyan edilmesine üzüldüm. “Tuz berekettir” diyerek tuzun bir zerresinin bile ziyan edilmemesi gerektiği öğretildi bana. Oraya buraya saçılacağına dağıtılsa daha iyi olmaz mı? Hayır niyetiyle komşulara “tuz” dağıtan annemi sevgiyle andım.
Meram gezintimiz bitince biz de kafeye geçtik. Gürül gürül yanan soba sayesinde içerisi sıcacıktı. Canlı müziğimiz de vardı. Şömine var mıydı hatırlamıyorum ama aklımda kalan görüntüde şömine de var. Varsa ne ala, yoksa da onu ben eklemiş olayım. Tüm masalar doluydu, Erasmus öğrencisi iki kız arkadaşın masasında boş yer olduğunu gördük ve yanlarına oturduk. Polonyalılarmış ve çok güzel Türkçe konuşuyorlardı. Bu duruma çok şaşırdım. Meğer Polonya’da Türkoloji okuyorlarmış.
Meram’dan tekrar şehir merkezine döndük ve İnce Minare’yle Karatay Medresesi arasındaki cadde üzerindeki unlu mamuller satan bir dükkana uğradık. Niyetimiz gündüz vitrinde gördüğümüz simitlerden ve meşhur Konya gevreğinden almak. Konya gevreği, sert ve sopa şeklinde, marketlerde satılan “Galeta”ya benziyor. Galeta’dan biraz daha kalınca. Aynı hamurdan küçük simit şeklinde de yapıyorlar. Hamur aynı ama şekilleri farklı. Üzeri susamlı ve çörekotuyla karışık susamlı olan çeşitleri var. Konya gevreği’nin bir de Yağlı gevrek denilen çeşidi var. Bu da yine sopa şeklinde ama daha ince. Anladığım kadarıyla pastanelerde satılan ince uzun tuzlu kuru pastalara Konya’da yağlı gevrek deniliyor. İki otobüs dolusu insan simit ve Konya gevreği sevdasına dükkana hücum ettik. Dükkan sahibi şaşırmış olmalı. Simitler çoktan bitmiş ama onun dışında pek çok çeşit mevcut dükkanda. O kalabalıkta birer paket yağlı ve yağsız Konya gevreğinin yanısıra yolda yemek için biraz da börek almayı başardım. Böyle unlu mamuller Ankara’da yok mu diye düşünebilirsiniz ama insanın gezdiği yerlerden aldığı yiyeceklerin tadı inanın bir başka oluyor.
Konya, Selçuklu başkenti olmasından dolayı Selçuklu sanatının çok güzel örneklerini barındıran bir şehir. Bu gezide Konya’nın görülmeye değer pek çok yerini gezdim. Fakat, Konya’yı tam anlamıyla gezmek için bir günün yeterli olmayacağını düşünüyorum. Bu şehre bir kez daha gelmeyi, mümkünse bir gece kalmayı ve sadece merkezini değil etrafını da görmeyi istiyorum.
Yazı ve Fotoğraflar: Özdem ÇELEBİOĞLU