İki kitaplık bir anı dizisinin ilk kitabı. Ve kanımca dağcılık seyahatnamesi olarak da oldukça iyi bir örnek. Bu kitapta 1992 senesinde, Mart - Aralık döneminde yaptığım dağ gezilerini, yaşamımdan çeşitli kesitler vererek yansıttım. Ayrıca yaptığım pek çok gezinin belli bir geçmişi de olduğu için anlatılan olaylar 1978 senesine kadar geri gidebiliyordu. Burada anlatılan insan evli, küçük bir çocuğu olan, bir iş yerinde çalışan ama hala dağlara gitmeye ve kendini geliştirmeye çabalayan biri. Bu şekildeki yaşanmışlık kitaba belli bir canlılık veriyor.
Haldun Aydıngün
144 Sayfa
GEVEN Yayınları
www.geven.net
e-posta:[email protected]
Kitabın Başlangıcından Bir Bölüm:
Masa gibi duran Küçükdemirkazık zirvesine ulaşıvermiştim. Ordu tarafından dikilmiş olan 'zirve defteri' kutusu bomboştu, kimbilir içindekini kimler almış ve yerine koymamıştı. Şöyle bir rahat nefes alabilmek için kutunun yanına çöküp, gerimizde yükselip duran Büyükdemirkazık kuzey duvarına baktım. Her zamanki ulaşılmaz görüntüsüyle dikilip duruyordu. Batı yönünde ise, Ecemiş çayının çevresine serpilmiş bağlar bahçeler, hemen dibimizdeki Demirkazık köyünden başlıyarak, biraz ilerdeki Çukurbağ'a ve gene az ilerde gibi duran Çamardı'ya doğru gidiyordu. Yorgunluğunda tesiriyle bu görüntüye dalıp gitmiştim. Gerçekten de bir uçaktan bakılıyormuş gibi görünüyorlardı. Zafer'e teşekkür ettim, tek kelimeyle onun sayesinde zirveye çıkabilmiştim. Biraz kendimize gelip hareketlenince her dağcının yapması gereken geleneksel dağcılık pozlarını vermeğe başlayıp, Zafer'in makinasıyla alışıldık resimleri çektik. Her yanımız nefis görünüyordu, ancak sağda solda oynaşan bulutların biraz sonra zirveyi de içine alacağını biliyorduk. Son bir kaç gündür, dağda program hep aynıydı, sabah masmavi olan gökyüzü öğleye doğru giderek kararıp, bozuyor. Öğleden sonraysa, artık o günkü keyfine göre, yağmur, yıldırım ne varsa iniyordu. Kararmış, yıldırımlı bir havada, bu dost zirvenin nasıl bir cehenneme dönüşeceğini hiç merak etmiyordum. Feci bir şey olmalıydı. Zafer'e seslendim,
- Hadi dönelim artık !
Zafer bana bakıyordu, herhalde inerken de geldiğimiz kadar sorun çıkarıp çıkarmayacağımı merak ediyor olmalıydı. Önden ilerlemeğe başladı...
1979 yılının 29 Nisan günü öğle saatlerinde Kayseri'ye, henüz 6 aylık bir dağcı olarak inmiştim. Sanırım 20 yaşında her insanın olması gereken kadar gözlerim parlıyordu. Biraz'dan ekip başımız Levent Hekimoğlu bizi efsanevi "Zafer Yamaner" ile tanıştıracaktı. Zafer 74 yılında dağcılık kulübümüzü kurmuş ve kulaktan duyduğumuz menkıbelere göre de 76 yılına kadar Yurdun dört köşesinde tırmanışlar yapmıştı. Gerçek bir efsanenin oluşması gibi, bizde olayların bilmemkaçıncı kopyalarını dinlediğimiz için büyük olasılıkla da bazı abartmalarla karşı karşıya kalmıştık. Ancak gerçek olan bir nokta vardıki Kayseriye inmiş olan yeni nesil ekibimiz henüz o kuruluş döneminin dağcılık kalitesinin çok gerisindeydi. Çünkü Hekimoğlu dışında dördümüz de henüz dağcılıkta bir yılımızı bile doldurmamıştık.
Kayseri çarşısının dar sokaklarından geçip Zafer'i bir dükkanda bulduk. Sinirli ve her tarafından enerji fışkıran bir insandı. Bu kadar geciktiğimiz için küplere biniyordu. Bir bakıma haklıydı çünkü sabahın erken saatlerinde yürüyüşe başlama şansını yitirmiştik. Bu yüzden çok hırpalanacak belkide tırmanış şansımızı kaybedecektik. Ama sene 79'du ve mazot kuyruklarında harcadığımız 4-5 ilave saat günün standartlarına göre hiç de fena sayılmazdı.
O günün öğleden sonrası önce yürüyüş gibi başlayıp, tam bir karabasana dönüşmüştü. Öncelikle Hacılar'dan yola yanlış başlamıştık, hava çok sıcaktı, biz yorgunduk, ve sanırım Zafer çok hızlı gidiyordu. Bir çeşme başında çektirdiğimiz resim gözümün önünde, neredeyse terden buhar olmak üzere bir avuç genç adam su içmeğe çalışıyorlar. Sağda solda köylü çocuklar ise duruma fena halde gülüyorlar. Bu resmi çektirdikten sonra asıl dağ yürüyüşü başlamıştı. giderek ekibimiz ikiye ayrılmış, önde Zafer, Levent Selamoğlu ve Kemal Güler "Hızlıları", epey arkada , ben, Levent Hekimoğlu, ve Ayhan šlker ise "PAF-PUF" ekibini oluşturmuştuk. O yürüyüşte, tüm bedenim bana itiraz ediyor gibiydi. Akşam "hızlıların" epey arkasından 2600 metredeki buzul kulübesine ulaştık. Plana göre ertesi gün yatıp, dinlenecektik, Ancak Zafer hemen Ankara'ya dönmesi gerektiğini söyledi, yani ertesi gün tüm PAF-PUF'luğumuzla yola düşmek zorundaydık. Doğal olarak, sabah gerekenden dört saat daha geç kalkıp, güneş iyice tepemize dikildikten sonra yola çıkabildik, ve biraz ilerde perişan olup, kaldık. Akşam güneş iyice alçaldığında aşağıdaki Sütdonduran yaylasında kamplamak için dağ kulübesini terk ediyorduk.
Bu gezi benim için oldukça kötü bir dönüm noktası olmuştu, Dağda insanın fiziksel durumunun ne kadar önemli olduğunu, ve benimde bu konuda ne kadar gerilerde kaldığımı ilk kez bu gezide anlamıştım. Acı gerçek karşımda dikilip duruyordu, ˜nsanlar dağda bastırıp yürüyorlar ve ben onlara yetişemiyordum. Nedense bu ilk kötü gezinin tesiriyle olacak, dağda her şeye gücü yeten sporcu denince aklıma hep Zafer Yamaner gelmeğe başlamıştı. Benim için saygı duyulan, biraz da ürkülen, ve tabiki uzak durulması gerekli bir sembol olmuştu...
-*-
87 senesinden 91'e kadar hiç sektirmeden her yıl Haziran ayında Aladağlar ve Bolkarlar diye bildiğimiz Orta Toroslar'a gittim. Bu mevsimde, özellikle de Haziran ayının son haftasında bütün koşullar dağda olmak için en uygun duruma geliyordu. Daha bir ay önce ciddi çığ tehlikesi oluşturan yamaçlarda güvenle tırmanışlar yapılabilirken, yazın sonlarına doğru ortaya çıkacak yıpratıcı çarşaklarlada uğraşmak gerekmiyordu. Bu karlar sayesinde de insanın ciğerini sökecekmiş gibi duran kuraklık hiç hissedilmiyordu. Aynı dağ Ağustos sonunda gerçek bir mahşer kıvamına gelebiliyordu. Benim için daha önce beş kez tekrarladığım ciddi bir gelenek haline gelmişti.
92 yılına girerken de ne yapmam gerektiğini düşünüyordum, daha önceki üç yılda Bolkar dağlarını adeta bitirmiştik, orada artık yapabilecek pek önemli bir etkinlik kalmamıştı. Dağ açlığıyla iyice gelişmiş hayal gücümü zorlayıp müthiş bir plan yapmağa koyuldum. Planıma göre , bir hafta süreyle tam yüklü ve çok zorlu bir dağ yürüyüşüne dört beş adet de zirve eklenecekti. Planım şöyleydi, 26 Haziran Akşam saat 9:00'da İstanbul'dan arabayla yola çıkıp 27 Haziran cumartesi saat 8:00'da Demirkazık Dağ evine ulaşacaktık . Orada bizi bekleyen katırlara çantaları yükleyip, Küçükdemirkazığın kuzeyindeki Çımbar boğazından girip, dipsiz göl civarına kampı atacaktık, Ertesi gün Küçük Demirkazık zirvesi çıkılacak, dönülüp kamp toplanacak, tüm yüklerle Demirkazığın doğu sırtına çıkan kar yamacı tırmanılacak, tam sırtta bivaklanacaktı. 29 Haziran güneş doğarken kalkılıp hiç denenmemiş bir rotadan zirveye ulaşılıp, klasik rotadan dönülecek, kamp toplanıp, Kızılakkum çarşağından Narpuz boğazının sonuna kamp kurulacaktı. 30 Haziran salı günü çok zorlu olacaktı, çünkü toplanan kamp Yasemin geçidinden aşırılarak Yedigöllere ulaştırılıp, büyük gölün kıyısına kurulacaktı. 1 Temmuz Çarşamba günü Direktaş zirvesi, 2 Temmuz perşembe ise gene kamp yüküyle Yedigöller'in güney yamacını oluşturan , Kızılyar'ın batı sırt hattına çıkılıp, yükler burada bırakılacak, Kızılyar zirvesi yapılacak, tekrar eşyaların başına dönülüp önce batıya, sonra da sırtları ve zirveleri takip ederek güneye dönerek Sıyırma Boğazı'nın yukarılarına bir yere inilecekti. 3 Temmuz Cuma günü Güzeller zirvesine , kuzeyindeki kar kulvarından tırmanılacak, dönüşte gene kamp sırtlanıp, Sarımemetler'e kadar yürünecek, ertesi günde erkenden Damirkazık köyüne dönülüp, belki de akşam gece yarısını bulmadan ˜stanbul'da evlerimizde olacaktık.
Kabul etmek gerekir ki, İnsanın ancak evinin konforunda, yazın Aladağlar'ın nasıl bir cehenneme dönüştüğünü unutarak hazırlayabileceği hoş, yapılabilir, ama olanaksız bir programdı. Daha önceleri pek çok ekip buna benzer planlarla dağa gitmiş sonra da ikinci yada üçüncü gün, tüm şevkleri Aladağlar'ın bitmez tükenmez çarşaklarında, ve ezici güneşi altında eriyip gitmişti. Yalnız bir nokta vardı ki, artık ne ben ne de arkadaşlarım 79 yılında Kayseri'ye gelen toy delikanlılar değildik, Ayrıca dağcılık sporunu diğer olimpik branşlarla temelde ayıran noktalardan biri burda ortaya çıkıyordu çünkü onların pek çoğunda iş işten geçtikten yıllarca sonra bile hala dağcılıkta gelişmeye devam edebiliyordunuz, yani 21 yaşımda Kayserideki kendime karşı, 34 yaşımdaki halimle çok daha fazla şans tanıyordum...
Bir kez dahiyane planımı oluşturduktan sonra iş geziye katılacak ekibi kurmaya kalmıştı. Bu iş üniversite dağcılık kulübündeyken olağan üsütü kolaydı. Gidip klüp panosuna yapacağımız gezinin tarihlerini, az biraz zorluğunu yazar altına da boş bir liste asardık. ˜styenler adlarını yazarlar, sonrada listedeki bu insanların bir kısmıyla dağa giderdik. Ancak yaşamın paslı ve gıcırtılı çarklarının arasında ezilmemey çalışan bizim yaş kişilerle bu iş hiç de eskisi gibi olmuyordu. Çalışmaya Şubat sonunda itibaren başladım. Dağ arkadaşım diyebildiğim herkese haber saldım. Hatta bazılarına da yukarıda açıkladığım planımı bütün ayrıntılarıyla anlatıyordum. Ancak pek çoğu Aladağlar'ı ve kendilerini iyi tanıdıkları için biraz hevesleniyorlar, ama aslında gülüp geçiyorlardı. Sonunda Haziran ayının ortalarına doğru ekip, gayet iyi bir sayıyla şekillenmeğe başladı. BÜDAK'tan eski dostlarım İskender Erbil, ve Ufuk Güven, 86'dan beri Ankara ADB'den tanıdığım, ama aramıza yeni katılmağa başlayan Türker Ak, iki yıldır her geziye çağırdığım, ama hiç bir zaman gelmeyen Zafer Yamaner, ve ben, beş kişilik , hem deneyim, hem de malzeme açısından fena sayılmayacak bir ekip oluşturuyorduk.
Gezinin hazırlık çalışmaları sırasında hep eski üniversite günlerini hatırlamadan edemiyordum. Geçmişe bir özlem olarak değil, düpedüz bu günün keyfini daha fazla çıkarmak için anıyordum o günleri. Herşeyin yokluğunu çekerdik, Bir ekip oluşturmağa başladığımız zaman önceleri postal bulabildiğimiz ölçüde şanslı sayardık kendimizi, ne uyku tulumları doğru dürüst olurdu, ne de sırt çantaları. Sultanahmet'e gidip, turistlerden çantalar, tulumlar dilendiğimizi dün gibi hatırlıyorum. Eğer on kişi dağa gidecekse, haftalar önceden dev cetveller hazırlardık. Cetvelin bir ekseninde katılanların isimleri, diğerinde ise malzemeler olurdu, Önceleri cetvel bomboş dururdu, sonra yavaş yavaş sağdan soldan toplayarak dolmağa başlardı. Bu malzemelerin bazılarını da bizzat kendimiz üretmek zorunda kalırdık. Bu şekilde yapılmış uyku tulumlarıyla, sırt çantaları, hedikler, tozluklar ve hatta bivuak torbalarıyla dağlara gidiyorduk, hem de gerektiğinde kışın.
Şimdiki "yorucu" hazırlıklarımız ise iş yerinden , telefonla şöyle cereyan ediyordu :
- Ufuk, Tulum, çanta falan gibi tüm kamp malzemeni al,
- Tamam.
- Emniyet kemeri, kaya tırmanma ayakkabısı,
- Tamam.
- Krampon ve kazma da gerekli,
- Oldu.
- Çadırı, ocağı İskender getiriyor, Türker ise yiyecekleri alacak, sen saat yedide Niğde Otogarında ol.
- Anlaştık ağbi, bir aksilik olursa ben seni ararım. (...)