Kütahya Domaniç Dağı'ndan Bursa Uludağ'a Geçiş
Şamil Ordu, Gökay Mutlu - 21 - 25 Ekim 2006
Domaniç Dağları üzerinde bulunan Koca Yayla geçidine ulaştığımızda artık rahat koltuklarımızı terk etme zamanı gelmişti ve bayram nedeniyle ayakta giden yolcuların dağın ortasında inişimizden memnun oldukları gözlerinden anlaşılıyordu. Şamil GPS kayıtları için düğmeye bastı ve geçidin serin esen rüzgarını soluyarak ormana girdik. Kayın ağaçlarının yaprakları sarıdan bordoya kadar değişen renklerini almaya başlamıştı fakat umduğumdan daha yeşildiler. Orman yolu doğu batı uzantısındaki sırt hattının üzerinden gidiyordu. Sırt hattının güney yüzü Domaniç İlçesine, kuzey yüzü ise İnegöl İlçesine doğru uzanıyor. Beş kilometreyi arkamızda bıraktığımızda sol tarafımızda bulunan yoldan gelen arazi aracı yönünü bize doğru çevirdi ve Temmuz ayında devriye gezen ekiple tekrar karşılaştık. Ekibe yürüyüşümüz ilginç gelmekle birlikte çektiğimiz bunca zahmeti bir türlü anlayamıyorlardı ve bu sefer Kazmut Tepe’ye doğru gittiklerinden araca binebileceğimizi söylediler. Kulağa hoş gelen bir teklifti ve Toyota arazi aracıyla ormanların arasından yol almaya başladık. Yol boyunca kayın ağaçlarının ortalama yaşının 200 olduğu, bölgenin sürekli olarak denetlendiğini, bu yıl aşırı yağışlar yüzünden orman yangını riskinin azaldığını ve Darı Tepesi orman gözetleme kulesinin de erken kapandığını belirttiler. Daha önceki geçişlerimizde Darı Tepesi’ne yükselerek giden yolu kullanarak Bileylik Yaylasına ulaşıyorduk fakat ormancılar dağın güney yüzünde bulunan yolun yükselmeden Bileylik Yaylasına ulaştığını söylediler ve bu teklifi de kabul ettik. Araç sırt hattı yolundan sol tarafa ayrıldı ve bir süre sonra devrilen çam ağacının önünde durduk. Ormancılardan ayrılarak tekrar yürüyüşe başladık ve kısa bir süre sonra Domaniç’ten gelen güney yoluna indik. Sırt hattından gittikçe uzaklaşmıştık ve yol hafif hafif sürekli yükseliyordu. Vadilerin içerisine girip çıkan yol hiç bitmeyecekmiş gibi geldi ve bir saat sonra uzaklarda Bileylik Yaylanın çayırları görüldü. Yaylaya yaklaştıkça soğuktan kavrulan eğreltiler ve kapanan çiğdemler bizi karşıladı. Yaylaya çıkan çoban sayaları terk edilmişti ve köpek havlamalarının yerini rüzgarın uğultusu almıştı. Bileylik Yayla Darı Tepesinden sonra kuzeydeki kayın ormanlarının seyredildiği en güzel yerlerden birisiydi ve uzun bir süre manzarayı seyrettik. Moladan sonra tekrar batıya doğru ilerledik ve 20 dakika sonra Ekip Çeşmesine ulaştık. Çeşmenin hemen gerisindeki ormanda kesim yapılmış ve fidanların tekrar büyüyebilmesi için tel örgülerle çevrilmişti. Tükendiğimiz anda Kafkas pastanesinden aldığımız kek ve poğaçalar bizi kendimize getirmişti ve fıstıklı baklava Eğridere Yaylasına ulaşma umudumuzu arttırmıştı. Güneş batmak üzereydi ve karanlığa kalmak istemiyorduk. Tekrar yola koyulduk ve bu sefer sola ayrılan yolu tercih ettik. Sağa ayrılan yol daha önce Eğridere’ye ulaştığımız yoldu fakat karanlığa bürünen bir ormanda bizi nelerin beklediğini bilemezdik. Sol yol güneye doğru yavaş yavaş indi ve yeni kesim yapılan ağaçların arasından batıya doğru döndüğümüzde Eğridere Yaylasının yeşil çimenleriyle karşılaştık. Orman işletmesinin tel çitlerle çevirdiği bölgede bulunan çam ağacının altında çadırımızı kurduk ve geldiğimiz yolun kenarında akan çeşmeye gidip sularımızı doldurduk. Kamp kurduğumuz alanın kenarında yemeklerimizi yerken ormanın derinliklerinden sesler gelmeye başladı. Dağı terk etmeyen çobanlar mı var derken ses iyice belirginleşmeye başladı ve bu hiç alışkın olmadığımız ses ayılara aitti. Gecenin karanlığını yırtan ses azalacağına artıyordu. Şamil’in getirdiği torpiller ilk defa işe yarayacaktı ve zaman kaybetmeden birincisini patlattık. Ormana kulak verdik fakat sadece sesin geldiği yön değişmişti. Kulakları sağır eden ikinci torpili patlattık. Ayılar yine bana mısın demiyor. Çadırda yatmamız artık mümkün değildi ve hızla çadırı ormancıların terk edilmiş barakasına taşıdık. Barakanın kapısının menteşeleri sökülmüş ve tek penceresi de tamamen açıktı. İlk işimiz barakanın içindeki masayı pencereye dayamak oldu ve daha sonra kapının menteşelerini onardık. Bu arada ayıları kaçırmak için üçüncü torpili ve teneke ve kayalardan ses çıkarmayı denediysek de ayılar sadece yer değiştiriyorlardı. Barakaya girmekten başka çare yoktu ve kapıyı desteklemek için tekrar çivi, taş ve sopalardan destek sistemleri oluşturduk. Mumları da yaktıktan sonra çadırımıza çekildik. Şamil ilk uyuyan oldu ve barakayı titreten sesle gözlerimi açtım. Şamil aceleyle torpili yakmak için hazırlandı ve saat 23.30’u gösteriyordu. Atalım atmayalım derken ses biraz uzaklaştı ve tekrar çadırımıza çekildik. Yağmur taneleri barakanın üzerine düşmeye başladı ve sesler de biraz olsun uzaklaştı. Sabahın ilk ışıkları barakanın üzerine vurmaya başladığında biraz daha rahatladık. Gece aceleyle terk ettiğimiz masada bu sefer kahvaltımızı rahatça yapabilecektik. Kahvaltımızı ederken karşı yamaçta hala son kalan ayının sesleri bize ulaşsa da gecenin karanlığındaki sesler kadar ürkütücü değildi. (Not: haftalar sonra ayılara ait olduğunu sandığımız sesi, çiftleşme dönemindeki geyik boğalarının çıkardığını bir belgesel izlerken öğrenince, kendimi bir aptal hissettim. Şamil ORDU)
Hava açmasaydı birazda ayılar yüzünden Darı Tepesi yangın kulesine dönmeyi düşünüyorduk fakat güneş bulutların arasından kendini gösterince tekrar orman yollarından ilerleyerek Domaniç Dağlarının en yüksek noktası Allıkaya Tepe’ye(2042) gitmeye karar verdik. Derenin üzerindeki köprüyü geçince 500 metre sonra sol ve sağdaki her iki yolda Bozkulak Yaylasında birleşip sırt hattından Allıkaya’nın doğusundaki çayırlara gidiyordu. Sarıot Köyünden Ali Abi 2006 yılında Eğridere’nin güçlü bir kolu olan Meriç boyunca gidildiğinde kestirmeden Bozkulak Yaylasına ulaşılabileceğini söylediğinden yürüyüş yönümüzü dere boyunca sürdürmeye karar verdik. Dere boyunca hafifçe yükselerek giden yolun kenarındaki ağaçların yaprakları geçtiğimiz yollara göre daha sarıydı ve orman güneş ışınları altında parıltılar saçıyordu. On dakika sonra yol kayın ağaçlarının ortasındaki çimenlerin arasından akan derenin boyunca tamamen düzleşti. Dağların yamaçlarından dökülürcesine akan dereler burada yerini yaklaşık 2 km boyunca kayın ağaçlarının arasındaki çimenlerden süzülürcesine akan dereye bıraktı. Şamil’in de söylediği gibi her yer çadır kurmaya uygundu fakat ilerleyişimizi sürdürmek zorundaydık. Temmuz ayında Ali Abinin söylediği derenin göçlü kolu boyunca solumuzda kalan ormana girdik. Derenin sağından ağaçların çekilmesi için açılan traktör yolu yerini patikaya bıraktı ve yürüyüş yönümüzü güneye çevirdik. Güneşin altında altın sarısına dönen kayın yapraklarının arasında 30 dakika sonra orman yoluna çıktık. Orman yolu buraya kamp yaptığımız Eğridere’den gelen yoldu ve aynı zamanda Nazif Abiyle 2005 yılında ilk geçiş yaptığımızda kullandığımız yoldu. Yol boyunca ilerlemeye karar verdik ve gerçekten bu yol nereye gidiyordu? Bozkulak Yaylasına gitmek için yine solumuzda kalan ormana mı girecektik? Yarım saat yürüdükten sonra yol sağa aşağıya ve sola yukarıya ayrıldı. Sol yukarıya doğru olan yola ayrıldık ve kısa bir süre sonra bu yoldan da ayrılarak ormanın içinde dik bir şekilde yükseldik. Allıkaya’ya giden yola çıkmıştık ve eğer yoldan ilerleseydik solumuzda kalan Bozkulak Yaylasına ulaşabilecektik. Moladan sonra Şamil’le tekrar yürüyüşe başladık ve batıdaki Allıkaya’ya doğru giden yolda 45 dakika ilerledikten sonra orman sınırının üzerindeki çayırlara ulaştık. Allıkaya önümüzdeydi fakat tüm bölge bulutlarla kaplanıyordu. Temmuz ayında Hikmet’le geldiğimizden daha şanslıydık en azından yoğun bir sis ve köpekler yoktu. Yükseldik biraz daha yükseldik ve iki yamacın arasına sokulmuş Sarıçayır’ a ulaştık. Yeşil çimenlerin üzerindeki gölcüklerde sadece kurbağa yavruları göze çarpıyordu. Çimenliğin kenarındaki çeşmede bir süre dinlendik ve Allıkaya’ya ulaşmak için tekrar yükselmeye başladık. Bodur ardıçlar zirvenin altına kadar tüm yamacı kaplasalar da daha önceden geçen traktörlerin açtığı iz yürüyüşümüzü oldukça kolaylaştırıyordu. Ardıçların içi tamamen uçuk pembe renkli siklamen çiçekleriyle doluydu ve orman sınırının üzerindeki bu yamacı gerçekten özel kılıyordu. Son 50 metre, Domaniç dağlarının zirvesi Allıkaya elimiz değecek kadar yakın ve Keles tarafından koyu gri bir bulut tam üzerimize doğru geliyor. Yükselen adımlarımız birden yatay ve daha sonra aşağı adımlara bıraktı. Şamil’le adımlarımızı hızlandırıyoruz ve umutsuz gözlerle bulutun içinde kalan Allıkaya’ya bakıyoruz. Yıldırımlar bu yıl hemen hemen yaptığımız tüm faaliyetlerde ensemizdeydi ve bu sefer zirveyi elimizden almıştı. Geri dönüp tekrar saldıracak gücümüzde yoktu. Bu arada bulutta içinde ne varsa üzerimize boşaltı. Kiraz Gediği bizi Domaniç Dağlarından Uludağ’a bağlayacak ve tam önümüzde duruyor. İkinci bulut gelse de Şamil’le mutlaka Karabelen odun deposuna ulaşacaktık. Önce vadiye indik ve sonra tekrar Kiraz Gediğine yükseldik. Boğazova vadiye yayılmış sislerin altında belli belirsiz görülüyor ve karşımızda Uludağ’ın doğu uzantısı Tepel Tepe bulutların içinde kaybolmuş. Issız olan dağlar bulutların içinde daha da kasvetli bir hale gelmişti. Kiraz Gediğinden patikaya giriyoruz. Patika yıllar önce kervanlar ve özellikle Keles’ten Oylat kaplıcalarında şifa arayanlar tarafından kullanılmış. Orman sınırındaki kayın ve ardıçların arasındaki patikadan ilerleyip tam ormana girdiğimizde karşımızda bir geyik ve köpekle karşılaşıyoruz. Fotoğraf makinasıyla her ikisini çektikten sonra eşekli adam, el, ev, kadın ve adamında fotoğraflarını çekiyorum. Olağan üstü ve bir daha asla karşılaşılamayacak görüntüler. Çoban resim sanatının en güzel örnekleriydi ve çobanlar tarafından 1990 yılların başında kayın ağaçlarına kazınmıştı. Galeriye andıran patikadan çıktığımızda bizi Akçat Yaylasındaki yeşil çimenlerin ortasında Selime Gökdal karşıladı. Arife günü Selime Nine tek başına dağları bekliyordu ve orman nehrini andıran Boğazova’ya bakıyordu. Sorgun Köyünden Aydın; Selime Nine’nin Kütahya yörüklerinden olduğunu, geçmişte yüzlerce koyunun buradaki yaylalarda otladığını ve yaşlı kadının öldüğünde köyüne götürülemeyip buraya gömüldüğü, yıllar sonra ise torunu gelip çobanlardan ninesinin mezarının yerini sormuş ve taşlarla çevrili bölgeye mermer mezarını yaptırmıştı. Selime Nine’yi arkamızda bıraktıktan sonra önümüzde hala geçmemiz gereken inişli çıkışlı bir yamaç var ve orman sınırıyla kaya arasındaki patikaya giriyorum. Hikmet’le Temmuz da solumuzda kalan ormanın içindeki patikadan ilerlemiş ve sonra dik bir yamaçtan orman sınırı üzerine kadar yükselmiştik. Şamil arkamda, ben önde ve artık ilerleyemiyorum, dik yamaçtan aşağıda bulunan patikaya iniyorum. Güneş, karanlık, orman, tekrar mı yükseleceğiz kafamı toparlayamıyorum ve önümüzde hala geçmemiz gereken bir orman var ve güneş batmak üzere. Karşı yamaçta çamların arasında Kaynarca Yaylasından gelen yol var ve kayın ormanının dik yamaçlarından dere yatağına iniyoruz. Şamil den bir süre ayrılsam da tekrar derenin içinde buluşuyoruz. Alaca karanlıkta yorgunluktan ölüyoruz ve dik bir yamaçta bulunan çam ağaçlarının arasından tekrar yükseliyoruz. Nihayet yola ulaşıyoruz ve artık biliyorum ki bu yol bizi Karabelen orman deposuna götürecek. Geriye doğru baktığımda çıktığımız yol dereye doğru iniyordu ve tekrar yükselip Akçat Yayla’ya gidiyordu. Ne kadar hoşlanmasak da sona yaklaşırken patikadaki bu iniş ve çıkışı yapmak zorundaydık. Toprak yolda alın fenerlerimiz yaktık ve 15 dakika sonra Kaynarca Mevkiine ulaştık. Sorgun Köyünden birkaç ailenin yayla evleri ve ağılları bu bölgede bulunuyor. Çevrede gelen kış ve bayram nedeniyle hiçbir yaşam belirtisi yok ve orman deposuna ulaşmak için karanlığın içinde yürüyüşümüzü sürdürüyoruz. Şamil’in öttürdüğü düdük ormanın derinliklerinde kaybolurken hafiften yağmurda çiselemeye başladı. Sıcak bir orman kulübesi hayaliyle yarım saat sonra Karabelen odun deposuna ulaştık ve Yılmaz Abi her zamanki gibi telsizinin başındaydı. Yapılan sohbetler, içilen çaylardan sonra saat 00.30’ da orman işçilerinin kaldığı kulübeye yatmaya gittik. Bir yatak ve bir çek yat bundan iyisi ancak beş yıldızlı otelde olur.
Gece boyunca yağan yağmur sabah yerini bulutların arasından süzülen güneşe bırakmıştı ve saat 11.00’ı gösteriyordu. Kahvaltı ederken hava tekrar bulutlandı ve 12.45’te yağan 15 dakikalık yağmurdan sonra tekrar yürüyüşe başladık. Keles Orman İşletme Müdürlüğü’ne bağlı Karabelen orman deposu Keles, Sorgun ve İnegöl yol ayrımındaydı ve burası aynı zamanda Keles – İnegöl orman sınırıydı. Keles yolundan 5 dakika ilerledik ve sağ tarafta Tepelli sırtları yangın kulesi orman yoluna girdik. Yol boyunca siklamen çiçekleri eğreltilerin içinde göze çarpıyordu. Orman yolu yarım saat sonra ikiye ayrıldı. Sağımızda kalan yol tahminimizce Tepelli sırtlarındaki yangın kulesine gidiyordu. Solumuzda kalan yolu tercih ettik ve bu birazda daha önceki gelişimde orman içinde gördüğüm yayla evlerinde kalırız umuduyla seçilmişti. Bir saate yakın yürüdük ve yol güney yamacında bitmez tükenmez bir hal almıştı. Yürüyorsun ve bir sonuç alamıyorsun. Yol sırt hattına doğru döndü ve tekrar yükselmeye başladık. Yol tekrar ikiye ayrıldı ve bu sefer sağdaki yolu tercih ettik, 20 metre ilerlemeden tekrar geri döndük ve solumuzda kalan yola girdik. 20 dakika sonra yolu bırakıp sağımızda traktörlerin açtığı yoldan ilerlemeye başladık ve kısa bir süre sonra çeşmenin başında mola verdik. Yayla evlerini aramamız bizleri tükenme noktasına getirmişti ve en kötüsü yayla evlerine dair hiçbir iz yoktu. Bu sefer yayla evleri solumuzda olabilir diye bir başka tekerlek izine takıldık, bu yol bir süre sonra aşağıya indi ve bıraktığımız yol karşımıza çıkmıştı. Yol dere yatağına doğru iniyordu ve hele üzerinde yükselen göknarlarla kaplı yamacı görünce geldiğimiz yoldan tekrar gerisin geri döndük. Şamil’e son bir teklif sundum ve artık elimde başkada bir kart kalmamıştı. ‘’Eğer ta başında Tepelli sırtlarındaki yangın kulesine giden yoldan dik yükselseydik şimdi sırt hattındaki Sarıçayır’da kampımızı kurmuştuk.’’ Tepelli Tepenin güney batı yüzündeki sayaya gidecektik ve kampımızı kuracaktık. Şamil teklifimi şüpheyle karşılasa da mantarlar imdadıma yetişiyordu. Yine güneyden bulutlar geliyor ve bu dünkünün 20 katı büyüklüğünde bir alanı kaplıyor. Nazif Abi cepten sürekli hava durumu raporunu verdiğinden ve bugün hava gök gürültülü, sağanak yağmurlu, yıldırımlı olacağından orman sınırının üzerime çıkmadığıma bir yandan da için için seviniyorum. Bir süre sonra göknarlar azaldı ve orman sınırının kenarında kamp yapacağımız sayada göründü. Aşağılara baktığımda büyük bir ümitle aradığımız yayla evleri ormanın içinde ve bizim terk ettiğimiz yolun yaklaşık 7 km. daha batısındaydı. Sayaya ulaştık ve ilk işimiz çadırımızı kurmak oldu. Düşen yağmur taneleri hızını arttırdı ve göknar ağacının altına sığındık. Saya yıllar önce terk edilmişti ve bütün tahtalar için için çürüyordu. Şamil’in hesapladığı en yakın yıldırım 700 metreye kadar yaklaşsa da çukurda olmamız bizi rahatlatıyordu. Hava kararmadan önce borulara alınan kaynaklardan sularımızı doldurduk ve döndüğümüzde uzun geçecek bir gece için kamp ateşi yakmaya karar verdik. Önce araziye dağılmış işe yarar kapılardan hem ateşimiz hem de kendimiz için birer korunak yaptık ve umduğumuzdan da güzel olmuştu. Korunaklar hem bizi hem de ateşimizi yağmurdan koruyordu. Uykuya ilk teslim olan Şamil oldu ve gece yarısından sonra ateşe yeni odunlar ekledikten sonra bende uyumak için çadıra gittim.
Dördüncü gün ve çadırdan ilk çıkan Şamil sabah kahvaltısı hazırlıklarına başlamıştı. Güneş ışığı göknarların tepesinden yavaş yavaş kampımıza doğru iniyordu ve tükenen suyumuzu doldurmak için bende tekrar kaynaklara indim. Gözlerim bir an ormana takıldı. Güneşin aydınlattığı ormanda yavaş yavaş gün yüzüne çıkıyordu ve en az 100 yıldır buradayım diyordu. Tek başına ve yalnızdı. Araştırmacılar onun yaşadığı yer olarak Ebirmelik Tepe’nin güney yüzündeki karaçam topluluğu arasında olduğunu belirtmişlerdi ve şu anda o benim karşımda duruyordu. Bu Uludağ’da sayılarla ifade edilebilecek kadar az olan sarıçam ( Pinus sylvestris) dı. Ben kampa döndüğümde Şamil benden sevinçliydi çünkü ağılda bulduğu dev boyutlu pösteki mantarını teflon tavada pişirmeye başlamıştı bile. Akşamda ayı mantarı ve dede börüğü mantarını ne kadar yeme desem de lavaş’ın arasında dürüm yapıp mideye indirmişti. Pösteki mantarını da bir gün önceki gibi yine lavaşın arasına aldı ve afiyetle yedi. Açıkça ye Hoca bir şey olmaz dese de bir türlü cesaret edemedim. En yakın hastane saatlerce uzaktaydı ve en azından bir kişi sağlam kalmalıydı. Bende zeytin ve beyaz peynirden oluşan nezih bir kahvaltı yaptım ve saat 9.30 da tekrar yürüyüşe başladık. Tepel Tepe’ye doğru 10 dakika yükseldik ve karşımıza toprak yığınlarının arkasında dev bir çukur çıktı. Defineciler Osmanlı hazinesinin son kalan altınlarıyla Uludağ’a kaçan Eşkiya Manol’un hazinesini aramak için yamacı dozerle kazmışlar ve ortaya 40 koyunun sığabileceği bir çukur ortaya çıkarmışlardı. Tepelli sırtlarına giden orman yolu attık gözükebiliyordu ve yolun kenarındaki ormanda yanan ateşin dumanından dağda yalnız olmadığımız anlaşılıyordu. Dağcı, avcı ya da defineci olabildi ama bunu bilmeye artık zamanımız yoktu. Defineciler tarafından eşelenmiş granit kayaların arasından Tepel Tepe’ye(2052) ulaştık. Tepe’de haritacılar tarafından dikilmiş betondan nirengi noktası var ve buradan Boğazova Vadisi, Allıkaya ve güneye doğru Keles’in köyleri görüş alanımızın içinde. 2004 yılında Uludağ tarafından Yusuf ve Harun’la buraya geldiğimizde önümüze çıkan Boğazova Vadisi ve gerisindeki uçsuz bucaksız ormanlar bizi ürkütmüş ve Boğazova’dan İnegöl’e inmiştik. Doğudan geliyorduk ve Tepel Tepe’den sonra attığımız her adım bizi Uludağ’ın doruklarına biraz daha yaklaştıracaktı. Şamil GPS cihazına kayıt düşerken bende sislerin içinde kaybolan vadilerin fotoğraflarını çektim. Artık yüzümüz Uludağ’ a dönüktü ve orman sınırının üzerindeki sırt hattının üzerinde ilerlemeye başladık. Ardıçların içinde bir gün önce yağan dolu taneleri erimeden kalmıştı. Kırk dakika sonra hafif inişli çıkışlı sırt hattından ayrılmayarak Sarıçayır’da kayanın altından çıkan kaynakta mola verdik. Baharda sarı renkli düğün çiçeklerinin çıktığı bu çimenler kar yağmadan önce de sarıya döndüklerinden Uludağ’da pek çok mevkii bu isimle anılır olmuştur. Burası geçişlerde ideal bir kamp yeri ve daha önceki geçişlerimizde de burada kamp kurmuştuk. Moladan sonra tekrar sırt hattına yükseldik ve yaklaşık bir saat sonra Avtaşına ulaştık. Artık Uludağ’ın doruklarıyla aramızda tek bir engel kalmıştı ve 10 dakikada Küçük Boğazova’ya indik. Hazır çorba ve içine doğradığımız ekmek yorgunluğumuzu biraz olsun unutturdu. Hava kararsa da yolu biliyorduk ve Aynalı Göl’de kamp kurmaya kararlıydık. Çeşmenin başındaki yoldan yükselmeye başladık ve gördüklerim Şamil için gerçek bir hazineydi. Aynı anda tam 28 pösteki mantarı ve Eşkiya Manol’un hazinelerinden daha gerçek. Şamil mantarların bir kısmını özenle topladıktan sonra geri kalanlarını doğaya bıraktı ve artık son engele doğru yükseldik. Yamaçtan inerken artık Çavuşdüzü de arkamızda kalmıştı ve Uludağ’ın tepelerine yükselmeye hazırdık. Eğrikar sırtlarına yükseldikçe güneş de bizi terk ediyordu. Güney yamacının patikası bu kadar yüksektemiydi, yoksa biz ilerledikçe dağ gerimi çekiliyordu ve yorgunluk herhalde düşüncelerimizi tutsak alıyordu. Patikaya ulaştığımızda gücümüzü biraz daha toparladık. Patikada iki ayak izi ve biri diğerinden daha küçük. Baton kullandıklarına göre dağcılar ve bizim yükseldiğimiz dağdan onlar inmişlerdi. Sırt hattına yükselmeden önce son bir kez daha mola verdik ve güneşin son ışıkları kaybolduğunda sırt hattına ulaştık. Kısa bir sürede her yeri zifiri bir karanlık kapladı ve solgun bir ışık yakan fenerlerimizin aydınlattığı sırt hattında ilerleyerek Karagöl Yayla’ya ulaştık. Tepelerle gökyüzünün birleştiği noktalardan istikametimizi belirlemeye çalışıyoruz ve 15 dakika sonra Küçükdere Boğazına ulaşıyoruz. Ya sırt hattından gidip adım adım yükselen Dört Tepeler’i geçeceğiz ya da Küçükdereler Boğazından dağın kuzeyine geçip Aynalı Göl’e ulaşacağız. İkinci yolu denemek için ilerlesem de karanlık adım atmamıza izin vermiyor ve Şamil’in sırt hattından gidelim önerisiyle yükselmeye başlıyoruz. Her ikimizde Karagöl Yayla’da kalmadığımıza pişmanız fakat bu noktadan sonra geri adımlar atmakta istemiyoruz. Adım adım sırt hattını kollayarak sonunda Aynalı Göl’e inen patikaya ulaştık ve önümüzde sadece bir iniş kalmıştı. Karanlıkta atığımız her adımı inceden hesaplayarak sonunda Aynalı Göl’ün kıyısına vardık ve kaynakta sularımızı doldurduk. Hemen çadırımızı kurduk ve Şamil’i öldürmeyen mantarları zeytin yağda kavurarak bende kendime bir dürüm yaptım ve gerçekten nefisti. İçilen çaydan sonra artık iyi bir uykuyu hak etmiştik.
Sabah çadıra vuran güneş ışınları çadırın içini ısıtmaya yetmişti ve kafamızı dışarı çıkardığımızda buz gibi esen havayı görünce çadırın içinde kahvaltı etmenin daha doğru bir fikir olacağına karar verdik. Biraz zeytin, Şamil’den kurtarabildiğim kibrit kutusu kadar beyaz peynir ve kuru bir ekmek. Kahvaltıyı keyifli bir hale getirmek için önce ekmeklerimizi dilimledik, daha sonra teflon tavaya döktüğümüz zeytin yağının üzerine dilimlediğimiz ekmekleri dizdik ve ocağın altını yaktıktan sonra teflon tavanın üzerini aleminyum folya ile kapladık. Sonuç olağanüstü. Acaba dedik bir daha ki sefere zeytin yağının içine kırmızı pul biber ve kekik katsak daha iyi olurmu. Çadırı topladık, ayrılma vakti geldi ve kış uykusuna yatmaya hazırlanan Aynalı Gölü arkamızda bırakarak sırt hattına ve oradan da dört gün boyunca doğudan batıya hayalini kurduğumuz zirveye ulaştık. Dünya üzerinde bulunan kıtalardaki en yüksek dağların doruklarına ulaşanların dünyadaki tüm dağları gezdiğine inanılırmış ve biz tüm dağları gezemesek de sırt hatlarından ilerleyerek Uludağ’ın kalbini fethettik.
Gökay Mutlu,Bursa