|
Yazılı Kanyon ve Kamp AnılarıKamuran, Deniz, Nuran, Özcan, Zeynep, Can ve Şirin - 16 - 19 Mayıs 2009
Çeşitli görüş teatileri, pek çok telefon konuşması, tomarla mail trafiği sonunda cumartesi sabahı 6 civarında Şişkolar, Nuran ve Deniz, Can, Şirin ve Kamuran’dan oluşan “Isparta Yazılı Kanyon ve Saklı Cennet Kampı’09” sakinleri FBI minibüsünde yolculuğumuza başlıyoruz. Minibüsümüz tam bir gizli haber alma teşkilatı aracı gibi, simsiyah, kocaman, siyah camlı, esrarengiz. Biz de siyah gözlüklerimizi takıyoruz. İlk molayı Temelli yakınlarında kelle-paça-çorbacıda veriyoruz, herkes durumuna göre kahvaltı ediyor. Daha şahane kamp alanımıza gitmek üzere tekrar yola koyuluyoruz, önde kaptan şöför Özcan’ın ve Deniz’in GPS’leri yol gösteriyor ancak bir süre sonra nedense varamadığımız kamp alanı arayışı ile arka ekipte (Kamuran, Zeynep, Şirin, Can) önce mırıldanarak başlayan şarkı-türkü olayı, zamanla kahramanlık türküleri, örövizyon şarkıları, vs. şeklinde ayyuka çıkıyor. Bir şekilde (GPSleri değil de tabelaları izleyerek) kamp kuracağımız alana varıyoruz. Teşkilat minibüsümüzü alabalık çiftliğinin önüne park edip kamp alanını incelemeye gidiyoruz. Herşey çok güzel, sadece kamp alanına gitmek için Indiana Jones filmlerinden kalmış bir ip köprüyü geçmemiz gerekiyor. Köprünün bir yerinde tahtalar kopmuş ve esas zevksiz kısmı: biz yürürken rezonansa geçiyor. Şöyle ki, köprüden inip toprakta yürümeye başladığınızda hala zıplamaya devam ediyorsunuz. Bu maceralı köprü bir kısmımızda stres yarattı ancak sorun çıkarmadı. Son derece güzel bir bahar havası içinde etrafta ağaçların, karşımızdaki dik yamacın, arkamızdaki bir nehirin sesinden başka hiç birşey yok. Tabii kamp alanımızın bir tuvaleti ve bir de çeşmesi var. Gönüllülük esasına dayalı bir iş bölümü yapılıyor. Can ateşle oynamayı seçiyor, bir kısmımız tavukları hazırlıyor, bir kısmımız malzemeleri yerleştiriyor. Bir kısmımız etrafı karıştırıp bir plastik bahçe masası buluyor. Masa son derece kirli ama iyi iş görür. Kamuran zaten getirdiği terliklerle yeterince ilgi çekmişti, ayağında terliklerle plastik masayı sabunla köpürte köpürte yıkarken çeşme başında Kusturica filmi sahnesindeymiş gibi oluyor. Güneşin son ışıkları gitmeden kamp ateşinde mis gibi kızarmış tavuklarımızı yiyoruz, ateş başında muhabbete dalıyoruz. Ertesi gün kahvaltıdan sonra yürüyüş rotamızı belirleyip ekip halinde yola koyuluyoruz. Son derece güneşli ve sıcak bir gün. Kah tırmanarak, kah düz yürüyüş, arada durup fotoğraf çekerek güneşin altında nehir yamacından ilerliyoruz. Nihayet bir yerde eğim nehir kenarına inmemize izin veriyor, ayakkabılarımızı derhal çıkarıyoruz. Buz gibi sular zonklayan ayaklarımıza çok iyi geliyor. Etrafta oltayla dolaşan insanlar var. Su gayet berrak kayaların üstünden gürül gürül akıyor. Uzun bir mola veriyoruz, ekipten bir kısım fotoğraf çekiyor, bir kısım dinleniyor, sohbet ediyor. İkinci gün sabah Deniz çadırlarının bahçe kısmında gördüğü örümceği göstermek için sesleniyor. Sonradan adının “Kurt Örümceği” olduğunu öğrendiğimiz örümcek Topraktaki yaklaşık 1 cm. çapındaki delikte ikamet ediyor ve yavru ve yumurtalarını sırtında taşıyor. Biraz (oldukça) tırsarak örümceğin makro fotoğraflarını çekmeğe çalışıyoruz, her tarafımızı feci bir kaşıntı basıyor, psikolojik... Yürüyüş öncesi kumanyaları Deniz itina ile hazırlıyor. İkinci gün yürüyüş rotamızı ilk günün tam tersi bir rota olarak belirleyip yola koyuluyoruz. Toprak patikadan oldukça konforlu bir şekilde yürürken karı-koca yerli bir çiftle karşılaşıyoruz. Bize yolun devam ettiğini söylüyorlar, yaklaşık 2-3 dakika sonra işte !! saklı cennetimizi buluyoruz. Dev çınar ağaçları arasından huzur ile akan buz gibi bir su. Yer yer kayalar üzerinde çağıldayan, dibi çakıl taşlı gölcüklerde birikip dinlenen, biz şehirli şaşkınları bile aynı sükünetle karşılayan su. Etraf doğanın her türlü mahlukatıyla dolu, tırtıllar, helikopter böcekleri, su perileri, kelebekler, göremediğimiz daha kimbilir neler. Kopmuş bir çınar ağacı dalından kendime yürüyüş sopası yapmaya niyetleniyorum, kırmızı çakımla sopamı biraz yontmaya çalışıyorum. Kızgın güneşin altında bizi koruyan bu serin ve huzurlu yere hafifçe yerleşiyor gibi yapıyoruz ancak görev bizi bekliyor. Daha yürünecek yollar, tırmanacak tepeler, hah şimdi düşeceğim denilecek inişler var. Nehir boyunca ilerlemeye çalıştık, bir miktar tırmandık, keçilerle, koyunlarla karşılaştık. Onlar bu eğimde gayet rahat görünüyorlardı. Sonra Can’ın “koyunları korkutursak hepsi intihar eder” şeklindeki teorisi ile geri dönüp tekrar Saklı Cennetimize kavuşuyoruz. Rastladığımız yerli bir amca bu suyun gayet içilebilir olduğunu söyleyince hepimiz yanımızdaki pet şişelerimizi kaynaktan dolduruyoruz. Bu su, bizim kamp alanımızdaki suyun aksine susuzluğumuzu gideren gayet lezzetli bir su. Tam cennet yani. Ancak görev bizi bekliyor ve yine uzaydaki uydularla haberleşen cihazlar ve yorumlar eşliğinde “şimdi düşsem çok eğlenirler herhalde” tırmanışları ve “asla buradan inemem” inişleri sonunda papatya ve kır çiçekleri basmış düz tarlalara ulaşıyoruz. Her bir santimetrekaresi çiçek kaplı bu alan fotoğraf için, kendini iyi hissetmek için herşey için güzel bir yer. Tarla kenarından bir şekilde bir köprü ile yerleşik bir alana, bir dinlenme tesisine varıyoruz. Algıda seçici olan bir arkadaşımız (ben değilim heh heh) üst üste duran bira kutularını farkediyor. Hemen su kenarında bir masaya kuruluyoruz ve buz gibi biralar ilaç gibi geliyor. Öğle birasını oldum olası sevmişimdir . Bu sefer asfalt yolu izleyerek kamp alanımıza dönüyoruz, herkes birşeyler yapıyor, dinleniyor, fotoğraf çekiyor, ateş yakıyor, Nuran’la ben nehir kıyısında fotoğraf çekiyoruz. Son derece dingin, keyifli anlar... Akşam yemeğinde sucuklu makarna var, Kamuran sanayi tipi bir ocak getirmiş, makarnamızı kaynatıyoruz ancak sos kısmında tüp bitiyor. Yine de ispirto ocağı ile makarnamızın sosunu halledip hiç keyfimizi kaçırmıyoruz. Ateş başı sohbetimiz yine donuk bakışlı çocuk kıvamındayken, Kamuran ve Can karanlıktan gelen hışırtılar ile tedirgin oluyorlar. Hışırtıların ısrarcı davranması sonucu fenerler ile mıntıka aydınlatılıyor ve inanılmaz misafirimizi görüyoruz: bir yengeç !! Üşenilmeyip fotoğraf makinaları çıkarılıyor.
Ertesi sabah artık toparlanma vakti. Erken kalkıyoruz. Deniz kürek ile ateş yaktığımız alanı yok edip üzerine taze toprak serpiyor. Adeta oraya hiç gelmemişiz gibi... Ama sabah misafirimiz yine pek komik, bu sefer biraz daha koyu renk bir yengeçi sabah gezintisinde fotoğraflıyoruz. Getirdiğimiz tüm malzemeleri tüketmiş gibiyiz, sadece bilmem kaç kiloluk koca karpuz önceki geceden suya konulmuş soğusun diye. Teşkilat arabamıza binmeden Deniz karpuzu dilimliyor, sabah sabah aç karına pek iyi geliyor serin karpuz. Yanaklarımızdan suyunu akıta akıta yiyiyoruz. Kahvaltı için önceki gün tesbitlediğimiz köydeki kahvehaneye gidiyoruz. Herhalde büyüklerin işi var, çayı çocuklar hazırlıyor. Nuran onlarla sohbet ederken içlerinden birinin o gün doğum günü olduğunu öğreniyoruz. Kumanyalardan artan çukulatalardan ufak bir hediye hazırlanıyor, “iyi ki doğdun ....” şarkısı ile veriliyor. Çocuklar içerde muammalı bir hazırlık sonucunda çaylarımızı getiriyor ve sonunda geri dönüş yolundayız.
Teşkilat minibüsümüzü akşam yedi gibi teslim etmemiz lazım. Biraz dağ yolunda gördüğümüz çiçekleri fotoğraflamak için mola veriyoruz ancak bundan sonra fazla mola yok. Öğle yemeğini artık medeni bir şekilde (masa sandalye, çatal bıçak) halledip Ankara için tekrar yola koyuluyoruz.
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||